Hayati bir organ olan kalp, sol taraftadır. Trafikte sol şerit; daha hızlı ilerlemek, daha yavaş olanı geçmek içindir. Solaklar genelde yaratıcı, zeki insanlardır. Zamanı, hayatı, planlar için ne kadar kaldığını gösteren saat, genelde sol bileğe takılması için tasarlanır. Dünya’nın kendi çevresinde dönüş yönü soldan sağa doğrudur.
Beynin sol lobu; sevginin mantığını inceler, akademiktir, mantıklı sonuçlara ulaşır, bilimsel ve matematiksel işlemleri gerçekleştirir. Dil, yazı, konuşma gibi işlevlerin akışını sağlar. Soru-yanıt sınavlarında başarılıdır. Objektiftir. Sistematiktir. Somut ve aktiftir, tertiplidir, pratiktir, doğrusal ve kesin olana yöneliktir. Detaycıdır, insanların isimlerini hatırlar. Kazanç odaklıdır. Düşünerek tepki verir ve bilgileri ayrıştırıp düzenler. Ciddi ve dikkatlidir.
Sol ellerini kullanan yani solak olan insanlar, sayıca diğerlerinden oldukça azdır. Nadirdirler bir şekilde. Dikkat çekerler. Nadir bulunanın değerli olması prensibi, genelde ekonomi gibi bilimlerde son derece kesin bir gerçeklik olarak sunulur. Örneğin bir ülkede ıspanak yetişmiyorsa ama muz yetişiyorsa, ıspanak dışarıdan sağlanacaktır ve ülkenin vergi kanunları, gümrük vb birçok sebeplerden ötürü muzdan daha pahalı olacaktır. Hatta ithalat yapılan ülke ile ekonomik bir anlaşmazlık yaşanırsa belki uzun süre pazarda ıspanak bulunamayacaktır. Bu da ıspanağı muza karşı kat be kat daha değerli hale getirecektir.
Dünyanın son 20-30 yıl içinde yaşadığı siyasi eğilim yönü de sol çıkışlı ideolojilerin giderek daha ender hale gelmesine neden oldu. Ancak buradaki ironi gerçekten de şaşırtıcı. Kapitalizmin temellerini dayandırdığı bilimlerden biri olan ekonomi, nadir olanı değerli saymasına karşın, işte bugün sol düşüncelerin geldiği nokta nadir olmakla kalmayıp giderek daha da az bir kitleye seslenebiliyor olması sonucunu doğuruyor.
Sol kavramının yaşam içindeki önemi son derece yüksekken, paylaşımcı ve adil bir yaşam düzeni öneren sol düşüncelerin siyaset arenasında giderek güçsüz hale gelmesi de doğal olarak düşündürücü. Nasıl ki Sofistlerin düşüncelerinin bir kısmı bugün hala hayalcilik olarak değerlendiriliyorsa, sol fraksiyonların öğretileri de aynı şekilde hayalcilik olarak görülüyor. Zira insanın doğası ve egosu, sol düşüncenin genel prensipleri ile uzlaşmakta ciddi sorunlar yaşıyor. Bunlardan en önemlisi de eşitlik ilkesi.
İnsanın binlerce yıldır milyarlarca kere test edilip onaylanmış özelliklerinden biri olan bencillik, eşitlik kavramını da eskilerin deyimi ile “nalıncı keseri gibi hep kendisine yontuyor”. Yani işimize geldiği sürece savunduğumuz eşitlik, çıkarlarımızın devreye girdiği anda tercih edilir bir kavram olmaktan uzaklaşıyor. İnsanın doğası bencillikse ve siyaseti de insanlar yönlendiriyorsa, zaten sol düşüncenin önerdiği eşitlikçi yaşam da hayal hatta ütopya haline gelebiliyor. Zira solcuyum diyenler de son tahlilde insane. Ve insane, “önce ben” demek zorunda. Doğadaki tüm yaşam biçimleri bu önermeyi çıkış noktası olarak alırken, insanın bunun dışında kalması mümkün değil.
Bu yüzdendir ki sağ düşüncenin genel prensipleri, insanın ya açık açık ya da içten içe kabullendiği bir kavramlar bütünü olarak dünyanın hemen her ülkesinde, öyle ya da böyle gelişiyor, baskın hale geliyor. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak karşımıza çıkan bireyselleşme, toplumsallaşmanın altını sinsice oymaya başlıyor ve bir süre sonra insanlar, içinde yaşadıkları toplum ile çatışmaya başlıyor. Tam bu noktada devreye giren süper ego, günümüz gelişmiş toplumlarının yaşam akışlarını ve birlikte yaşam kurallarını belirleyerek, hayatın barışçıl(!), paylaşımcı (!), saygılı (!) biçimde sürmesini sağlıyor.
Tüm bu önermeler ışığında benim ulaştığım nokta şu ki: “İnsanın sağı solu belli olmuyor”
Quasimodo
Victor Hugo’nun edebiyat dünyasına kazandırdığı Notre Dame de Paris adlı romanının baş kahramanı haline gelen Quasimodo… Batıl inançların hala hüküm sürdüğü zamanlarda, kamburu ve diğer fiziksel sorunları nedeniyle toplumdan dışlanan, kimine göre şeytanın oğlu kimine göre ucube olan ama asla insan olamayan “insan”…
Aşkın, merhametin, çıkarcılığın, ihanetin bambaşka kahramanlarca ve bir güzel kadının, Esmeralda’nın çevresinde yaşatıldığı bu roman, belki de Hugo’nun güçlü kaleminin en önemli eseridir. Sefiller diye itiraz edenleriniz olabilir, bence görecelidir. Keza Sefiller de Notre Dame de Paris gibi, yine toplumun yaralarına can acıtan bir şekilde ve ustalıkla parmak basan, edebiyat dünyasının olmazsa olmazlarının arasına giren çok değerli bir eser olsa da, içinden bir Quasimodo çıkarmamıştır.
Quasimodo; binlerce yıldır iğrenilen, tiksinilen, kaçılan, taşlanan, öldürülen, utanılan birçok insanın varlığının kabulüdür ve kendilerine “normal” diyenlerin resmi bir özürüdür. Roman süresince Quasimodo’yu anlamaya, O’nun için üzülmeye başlayan okurun, kendi içinde yaşayan ayrımcılığıyla, dışlama duygusuyla, yok sayma isteği ile olan savaşıdır.
Esmeralda’nın Quasimodo’ya olan merhametinin gerçek ve saf bir merhamet olduğunun, kendisini üstün görerek acıma duygusu ile alakalı olmadığının kavranmasıdır. Ki tek başına bu bile, milyarlarca insana 300-500 sayfa ile verilen en büyük derslerden biridir.
İşte bu yüzdendir ki Notre Dame de Paris; bir edebiyat şaheseri olduğu kadar, bir insanlık kılavuzu olarak da değerlendirilmelidir.
Gülümsüyorum
Fıkra bu ya, bir karga ile bir eşek uçakta yolculuk yapıyorlarmış. Karga bir ara hostesi çağırmış, hostes gelmiş ve “Buyrun, neden çağırdınız?” demiş. Karga da “Hiç, Pisliğine!” demiş. Hostes de doğal olarak çok bozulmuş. Karga aynı şekilde hostesi iki kere daha çağırmış ve her ikisinde de “Hiç! Pisliğine” yanıtını vermiş. Eşek de bu eğlenceye katılmak istemiş ve hostesi çağırmış. Hostes gelince o da “Hiç! Pisliğine” diye yanıt verince hostes dayanamamış ve pilota şikayet etmiş, pilot da ikisini birden uçaktan attırmış. Hızla aşağı düşmeye başlayan eşek, kargaya bağırarak “Başıma ne geldiyse senin yüzünden geldi” diye suçlayınca kargadan şu yanıtı almış: “Madem uçmayı bilmiyorsun neden pislik yapıyorsun?”