Geçtiğimiz günlerde katıldığım bir basın toplantısında, Türkiye’nin önemli tasarımcılarından biri olan Faruk Malhan ile sohbet ettim ve aynı zamanda kendisinin de eve bakış açısına tanık oldum. Açıkçası burada yazacağım cümlelerin çoğunun ana fikri kendisine ait olsa da benim de sonuna dek katıldığım kavramlar olduğu için, baştan belli bir esinlenme ve kaynak belirtme olarak kendisinin ismini özellikle belirtmek istiyorum. Zira tasarım anlayışı ve eşyayı yorumlayışı, yıllardır beğenimi kazanmış bir tarzdır.
Bu kısa girizgahtan sonra “ev” konusuna hızlı bir geçiş yapmak istiyorum. Eviniz sizin için nasıl anlamlar taşıyor? Ne kadar siz? Daha doğrusu soruyu şu karmaşıklıkta sormak gerekiyor: Eviniz ne kadar ev, ne kadar eviniz? İşte bu karmaşayı açmak için yazmaya başladım bu yazıyı. Zira “ev” ile “evim” arasındaki o iki harf, nesneye yüklenen o kısacık iyelik eki, çok geniş bir anlamın da kapısını aralıyor.
Faruk Malhan’ın Mardin’deki izlenimlerinden karelerde gözlemlediğim birkaç unsur oldu. Evim ile ev arasındaki farkı, yani yerleşik olmak ile çağdaş göçebe olmak arasındaki farkı çok iyi anlatan bir biçimden söz ediyor o kareler. Bugün belli ölçülerde kanepeler alıyorsunuz örneğin.
Yaşayacağınız, taşınacağınız her yere bir şekilde uysun diye… Oysa eskiden iki duvar arasını tamamen kapatacak ölçüde sedirler yapılırdı evlerde. Zaten o sedir evle birlikte var olacaktı. Başka bir eve ve başka bir mimariye ihtiyaç duymayacaktı. Orası için yapılmıştı ve orada kalacaktı. Bu örnekler çoğaltılabilir.
Endüstri devriminden önceki dönemlerde, ağırlıklı olarak insanların sürekli olarak aynı evde ve nesillerce yaşıyor olduğu gerçeği var elimizde. Göçebe sistemden yerleşik düzene binlerce yıl önce geçen insanoğlunun yaşama ve barınma biçimi artık böyle çünkü. Ev, içindeki nesillerle birlikte yaşlanan, doğan, ölen, evlenen, doğuran, üreyen bir ev. Ev, o dönemlerde bir nesne, bir eşya değil.
Ancak bunca bireysel bir alan, modern çağ ile birlikte özgün olmaktan çıkıyor ve işte “evimiz” kavramı da yerini “ev” kavramına bırakıyor. Araba, sandalye, palto, tencere gibi o da bir eşya halini alıyor. Artık ev, bir nesne!
Kiraya verilen bir gelir unsuru kimi zaman. İçinde yaşayan kiracının kendisini tam ait hissedemediği, akitle bağlandığı bir dört duvar. Bazen bir çivi çakmaya bile çekindiği yer. Ya da ev, satılıp daha iyisi alınabilen, başka semtte yaşanmak istendiğinde terk edilen bir yer artık. O bir eşya. Hal böyle olunca, artık bir ruhu da yok ne yazık ki. İşlemiş bir geçmiş, aktarılmış bir kültür, nesillenmiş bir anı birikimi de yok. Evi “evim” yapacak değerler kapının içine girememiş. Soğuk, dört duvar, barınmalık (hani atıştırmalık gibi) bir kıvama gelmiş, getirilmiş.
“Evimizin öznelliği coğrafyasının geleneği ile beslenir, küresel açılımların etkisinden de kültürü ile korunabilir” demişti Malhan. “Çünkü evin öznelliğini koruması, insanoğluna özgün varoluş gücü verecektir. Temelleri, özleri olan bir insan; yaşamı sürdürmekten öte bayındır eder, zenginleştirir, kendini ve çevresini mükemmelde var eder. Ev Kültürü kavramı, günümüz yaşam kültürü içinde böyle bir noktaya ulaşmak zorundadır” diye devam etmişti.
Şöyle durup düşündüğünüzde fark edeceksiniz ki insanın en yakın ortamı evidir. Evden başlar açılım. Mahalleye, kente ve daha geniş coğrafyaya ait olma duygusu evden başlar. Yine Faruk Malhan’ın dediği gibi: “Her evin bir coğrafyası olduğu gibi, her coğrafyanın da bir evi vardır”.
İlk yerleşimin izlerine rastlanan ve “iki nehir arasındaki toprak” anlamına gelen Mezopotamya ile “iki toprak arasındaki deniz” anlamına gelen Mediterranean yani Akdeniz; binlerce yıllık kültürün de beşiği konumunda. Bunca birikmiş kültürün izlerini taşıyan hayatlarımız, aslında hiç de bize ve kültürümüze ait olmayan değerlerle tek tipleştirilirken, işte evler de yine tek tip ve yine her an yuva olmaktan uzaklaşabilecek kadar bizsiz. Giderek daha küçük, daha sıkışık, daha ruhsuz.
Günümüz dayatmaları içinde evleri nasıl “evimiz” yapabiliriz konusunda çok da tatmin edici şeyler söyleyemiyor, en azından size bir yol haritası öneremiyorum. Ancak her şey farkındalık ile başlamıyor mu? Herkesin “evim” kavramı farklı olacağına ya da yıllar içindeki yaşanmışlıklarla farklı inşa edileceğine göre, yolları da farklı olmalı bence. Benimkisi sadece bir fark etme hali ve işte hepsi kendimce.
İstanbul’da bazı semt isimleri
Ahırkapı: Burası Padişah Sarayı’nın sonundaki has ahırın yanında olduğu için bu adı almış. Has Ahır, Padişah atlarının bakıldığı ahırlara verilen isimmiş.
Akaretler: Anlatılana göre Sultan Abdulaziz, Taşlık’ta Aziziye Camii’nin giderleri için bir vakıf kurar. Bu vakfa gelir getirmek için de “gelir getiren” anlamında Akaretler yaptırmayı planlar. Bu planı bitirmek 2. Abdülhamit’e nasip olur. Semtin adı da Akaretler olarak kalır.
Altunizade: Altunizade İsmail Zühtü Paşa’nın yaptırdığı camii, semtin de bu adla anılmasına neden olur. Zühtü Paşa’nın babası altın alım satımı yapan biri olduğu için, Zühtü Paşa’ya da Altunizade denmiştir.
Arnavutköy: Boğaz’ın bu bölgesine Arnavutların yerleştirilmesinden ötürü, adı Arnavutköy olarak konmuştur.
Ataköy: Burasının eski adı Baruthane imiş… Zamanında 2. Mahmut tarafından buraya baruthane yaptırılmış. Çünkü o zamanlar burası İstanbul dışı imiş. 1950 yılında Emlak ve Kredi Bankası bu bölgeye 50-60.000 nüfuslu bir yerleşim yeri kurup da adını da Ataköy koyunca, semtin adı da Ataköy olarak değişmiş.
Ayazağa: Burası da ismini, Yeniçeri Kethudası olan Ayaz Ağa’nın çiftliğinden almış. Abdülaziz döneminde buraya yaptırılan saray, bugün binicilik okulu olarak hizmet veriyor.
Ayrılık Çeşmesi: Haydarpaşa’da konumlanmış olan bu çeşme, eskiden Hac alayının toplandığı yermiş. Hacca gidenler burada eş, dost ve akrabalarına veda edip yola çıktıkları için, adı da Ayrılık Çeşmesi olmuş.
Bağlarbaşı: Çok eskilerde burası, bir Ermeni manastırına ait olan bağların başladığı yermiş. Halk arasında söylene söylene adı böyle olmuş.
Balat: Rivayete göre, Rumcada “saray” anlamına gelen palation sözcüğünden türemiş. Önceleri bu ad İstanbul’un kapılarından birinin adıymış ama zamanla semtin adı olarak yerleşmiş.
Bebek: Fatih Sultan Mehmet, bu bölgeyi korumak için zamanında Bebek Çavuş lakaplı bir komutanını görevlendirmiş. Bu yüzden de semtin adı Bebek kalmış.
Beylerbeyi: 3. Murat döneminin beylerbeylerinden Mehmet Paşa’nın yalısı burada olduğu için, köye de Beylerbeyi denilmiş.
Cihangir: Kanuni Sultan Süleyman, çok sevdiği oğlu Cihangir için burada bir cami yaptırmış ve adını da Cihangir Camii koymuş. Zamanla semtin adı da Cihangir olmuş.
Çengelköy: Yiğitliği ile tanınan, 19. Yüzyılda Kaptan-ı Derya’lık yapmış olan Çengeloğlu Tahir Paşa, bu bölgede bir mescit yaptırmış. Bu mescitten ötürü de buraya Çengelköy adı verilmiş.
Harem: Üsküdar Sarayı’nın Harem Dairesi’ne gidecek olanlar, zamanında bu iskeleye çıkarlarmış.
Haydarpaşa: 3. Selim’in vezirlerinden Haydar Paşa, orada bulunan kışlayı yaptırmış olan kişidir ve bu sebeple de adı Haydarpaşa olmuştur.
İhsaniye: Burası günümüzde Selimiye Kışlası ile Karacaahmet arasında yer alıyor. Eskiden burada bir saray varmış. Padişah, yıkılmaya yüz tutan bu sarayın arsasını halka ihsan ettiği için, adı da İhsaniye olmuş.
Kabataş: Burasının isim öyküsüne göre, şu an iskelenin olduğu yerde eskiden büyük bir taş varmış. Dönemin ileri gelenlerinden olan ve Köse Kahya diye tanınan Mustafa Necip Çelebi, bu taşı yontturarak iskele haline getirmiş. Adı da Kabataş olarak kalmış.
Kadıköy: Bugün Osmanağa Camisi’nin yerinde eskiden Kadı Mehmet Efendi’nin yaptırdığı bir mescit varmış. Semtin adı da bu yüzden Kadıköy olmuş. Bugünkü camiyi 1. Ahmet döneminde Babüssaade Ağası Osman Ağa yaptırmış. Bir başka inanışa göre ise; Bizans fethedildikten sonra burası İstanbul’un ilk kadısı olan Hızır Bey’e bağışlandığı için adı Kadıköy olmuş.